11 Aralık 2025 Perşembe

 

EŞİTSİZLİK KAPİTALİZM VE EMPERYALİZM

Gazeteler yazıyor; Dünya Eşitsizlik Raporu yayınlanmış. Haber şöyle:

“Dünya Eşitsizlik Raporu yayımlandı: 60 bin kişi en yoksul kesimin servetinin üç katına sahip!

Dünya Eşitsizlik Raporu 2026, küresel eşitsizliğin tarihi boyutlara ulaştığını ve en zengin yüzde 0.001’lik azınlığın insanlığın en yoksul yarısının toplam servetinin üç katını elinde tuttuğunu ortaya koydu. Uzmanlar ve Nobel ödüllü ekonomistler, bu durumun küresel ekonominin dayanıklılığı, demokrasilerin istikrarı ve iklim krizinin yönetimi için acil bir müdahale gerektirdiğini belirterek uluslararası bir izleme paneli kurulması çağrısı yaptı.

Yaklaşık 60 bin kişiden yani dünya nüfusunun sadece yüzde 0.001’inden oluşan küçük bir azınlık, insanlığın en yoksul yarısının toplam servetinin üç katını elinde tutuyor. Yeni yayımlanan bir çalışmaya göre, küresel eşitsizlik öylesine aşırı boyutlara ulaştı ki, acil küresel müdahale artık kaçınılmaz hale geldi.

DÜNYA EŞİTSİZLİK RAPORU 2026 NE ANLATIYOR?

200 araştırmacının verileriyle hazırlanan "Dünya Eşitsizlik Raporu 2026", en üstteki yüzde 10'luk gelir grubunun, diğer yüzde 90'ın toplamından daha fazla kazandığını ortaya koyuyor. Buna karşın, en yoksul yarı, toplam küresel gelirin yüzde 10'undan daha azını alıyor. Rapora göre, dünyanın en zengin yüzde 10'u servetin yüzde 75'ine sahipken, en yoksul yarı yalnızca yüzde 2’ye hükmediyor.

MİLYARLARCA İNSAN TEMEL EKONOMİK İSTİKRARDAN YOKSUN

Paris Ekonomi Okulu’ndan Ricardo Gómez-Carrera liderliğindeki araştırmacılar, "Sonuç, ufacık bir azınlığın eşi görülmemiş finansal güce sahip olduğu, milyarlarca insanın ise temel ekonomik istikrardan bile dışlandığı bir dünyadır" ifadelerini kullandı. Rapora göre, en zengin yüzde 0.001’lik kesimin servet payı 1995’te yüzde 4 iken, bugün yüzde 6’nın üzerine çıktı.

EŞİTSİZLİK VE ACİL ÇAĞRI

Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin de aralarında bulunduğu araştırmacılar, eşitsizliğin uzun süredir küresel ekonominin belirleyici bir özelliği olduğunu, ancak 2025 itibarıyla artık "acil dikkat gerektiren seviyelere ulaştığını" vurguladı. Eşitsizliği azaltmanın sadece adaletle ilgili değil, aynı zamanda ekonomilerin dayanıklılığı, demokrasilerin istikrarı ve gezegenin sürdürülebilirliği için de elzem olduğu belirtildi.

NOBEL ÖDÜLLÜ EKONOMİSTTEN ÇAĞRI

Raporda, Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz, BM'nin iklim değişikliği için oluşturduğu IPCC’ye benzer bir şekilde, "dünya çapında eşitsizliği takip edecek ve nesnel, kanıta dayalı tavsiyeler sunacak" uluslararası bir panel kurulması çağrısı yaptı.

FIRSAT EŞİTSİZLİĞİ VE KÜRESEL ETKİLER

Rapor, ekonomik eşitsizliğin ötesinde fırsat eşitsizliğinin sonuç eşitsizliğini artırdığını ortaya koyuyor. Avrupa ve Kuzey Amerika’daki çocuk başına eğitim harcaması, Sahra Altı Afrika’dakinin 40 katından fazla. Ayrıca, az sayıdaki milyarderlerden alınacak yüzde 3’lük küresel vergi, düşük ve orta gelirli ülkelerin eğitim bütçelerine yılda 750 milyar dolar katkı sağlayabilir.”

KAPİTALİZM EMPERYALİZİM

 

Bu tablo birkaç yılda oluşmadı:

Giderek artan servet, gelir, fırsat eşitsizliği,  dökülen kanlar, akan gözyaşları, ölümler, sürgünler, yuvasız kalmış aileler, babasız, annesiz kalmış evlatlar, evladının arkasından ağlayan anneler, babalar; bütün bunların tek sebebi var: Kâr, daha çok kâr; para, daha çok para; her şeye rağmen kazanmak, daha çok kazanmak. Özetle, kapitalizm ve emperyalizm…

Sömürü ve emperyalizm, dünya tarihinin son beş yüzyıllık diliminde bütün kıtaları, bütün ülkeleri, bütün insanları iliğine kadar sömürdü. Yerli halklara zulmetti, tüm uygarlıkları kuruttu. Sömürmek için ya öldürdü ya da insanları birbirine kırdırdı.

Dünyadaki ve özellikle de Ortadoğu’daki olayların tam olarak anlaşılması için emperyalizmin ve özellikle de ABD’nin gerçek yüzünü, amaçlarını ve yöntemlerini iyi bilmek gerekir.

Emperyalizm, bir ülkenin siyasi ve iktisadi hayatına hâkim olan kesimlerin, sırf kendi keselerini doldurmak için başka halkların toprağına, emeğine, hammaddesine ve pazarına el koyar. Üçüncü dünya ülkelerini yalnızca hammadde ve ucuz işçi kaynağı olarak değil, aynı zamanda kendi sanayi ürünleri için bir Pazar olarak görür.

Doğrudan yağmalama, başta petrol olmak üzere doğal kaynaklara el koyarak ve üçüncü dünya insanlarını çok ucuza çalıştırarak Amerika’daki ve Avrupa’daki zenginler servetlerini sürekli artırırlar. Üçüncü dünya ülkelerindeki insanlar ise yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkûm edilir. Dünyamızda 2 milyara yakın insan yoksulluk çekmektedir ve bunların büyük bir kısmı da açlık sınırı altındadır. Aslında üçüncü dünya ülkeleri yoksul değildir, yoksul olan bu ülkelerin halklarıdır. Bunun sebebi de bu insanların bu yağmayı sineye çekmeleridir.

SERT GÜÇ

ABD, kendi çıkarlarını ve uluslararası kapitalist sistemi korumak için silah kullanmaktan asla vazgeçmez. Bugün için ABD’nin askeri harcamaları diğer bütün devletlerin bu amaçla harcadığından daha fazladır. Askerlerinin büyük bir kısmı ülke dışında yerleşmiştir. Tüm dünyaya yayılmış üslerinde 500 000’in üzerinde askeri personeli vardır. 30 000’den daha fazla stratejik ve taktik nükleer silaha sahiptir.

Kendi askerini kullanmak istemediğinde, paralı askerleri, terör örgütlerini veya dost ve müttefik diye nitelendirdiği ülkelerin askerlerini kullanır. Gerekiyorsa, terör örgütleri kurar ve onları destekler. Milli devletleri bu örgütler aracılığı ile zayıf düşürür ve hatta etnik kimlik ve dini inanç farklılıklarını ön plana çıkararak ülkeleri bölmeye çalışır.

Kendi ulusal güvenliğini sağlamak veya başka ülkelere demokrasi götürmek bahanesi ile askeri müdahaleler de bulunmaktan kaçınmaz. Bunun için gerekirse düşman icat eder. Irak’ta, Libya’da, Suriye’de yaptığı budur.

YUMUŞAK GÜÇ

Emperyalist devletler ve özellikle de ABD dünya kamuoyunu kendi lehine oluşturmak için iletişim dünyasını denetler. ABD medyası her yıl milyonlarca haber, fotoğraf, yorum başyazı, köşe yazısı ve makaleyle diğer ülkelere haber ve düşünce pompalar. Bu pompalamanın ana amacı toplumu yanlış bilgilendirme ve yönlendirmedir. CIA, ABD içinde ve dışında 200’den fazla dergi, gazete, haber ajansı ve yayın evinin doğrudan sahibidir. Ayrıca çok sayıda gazeteciyi de besleyip büyütürler.

Emperyalistlerin bir silahı da üçüncü dünya ülkelerinde kurdukları veya destekledikleri demokratik kitle örgütleridir ve siyasi partilerdir. Bu örgütleri maddi yünden destekler. Bazı yazarlara ve siyasilere ödüller vererek kamuoyunda itibar kazanmasını sağlarlar.

Bu gazeteler ve gazeteciler aracılığı ile oluşturdukları kamuoyu sayesinde siyasi partilerin yönetimlerini kendi istedikleri gibi oluşmasına gayret ederler. Gerekirse CD’li, kasetli komplolar düzenlerler.

İNSANLARI DEĞİL SİSTEMİ TARTIŞALIM

Türkiye’deki olayları değerlendirirken bu gerçekler hep göz önünde olmalıdır. Emperyalizm kanlı ve çirkin yüzü ile ülkemize ve komşularımıza çok büyük kötülükler etmektedir.

Kurtuluşu bu emperyalist ülkelerin insafına ve yardımına sığınarak aramak en büyük gaflettir. Tam bağımsız milli devletimizi bu emperyalist güçlere karşı korumamız için, Türk kimliği altında tek bir millet olarak yaşamamız gerekir. Tek millet olarak mücadele etmeden ülkemizi de, devletimizi de ABD’ye ve onun yerli işbirlikçilerine karşı koruyamayız. İç cephe çok önemli…

Bu sistem içinde kalarak ve bu sistemi sürdürerek sömürü ve eşitsizlik önlenemez. Yöneticimiz Ahmet mi olsun, Mehmet mi olsun tartışmaları oyalanmaktır.  Bu tartışmalar sömürü düzenin devamını sağlamaktan başka bir işe yaramaz. Kamuoyunun bilinçlenmesi için bu vahşi kapitalist sistemin tartışılması ve değiştirilmesi gerekir.

Yukarıda adı geçen ekonomistler, çareyi kapitalist sistem içerisinde arıyorlar. Kapitalist sistem içinde çare aramak beyhude gayrettir.

29 Kasım 2025 Cumartesi

 

JAMES WATSON VE KANITA DAYALI BİLGELİK

James Watson çok zeki bir insan, DNA’nın çift sarmalını bulmuş ve Nobel ödülü kazanmış. Çok itibarlı bir bilim adamı iken siyahlar ve beyazlar arasında genetikten kaynaklanan IQ farkı olduğunu ileri sürmüş ve bu iddiasını bilimsel kanıtlar olmadan tekrarlamış.  Ayrıca cinsiyet ayrımı da yapınca itibar kaybına uğramış.

Kary Banks Mullis isimli Nobel ödülü almış bir başka bilim adamı var. O da çok zeki bir insan; polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) tekniğini bulmuş.

Bu tarihten sonra, PCR, biyokimya ve moleküler biyolojide merkezi bir teknik haline geldi. The New York Times, bu buluşu  "biyolojiyi PCR öncesi ve PCR sonrası olmak üzere iki döneme ayıran, son derece özgün ve önemli" olarak tanımlandı.

Mullis de çok zeki ama olağan dışı ve ispat edilmemiş hususlara inanıyor. Navarro ırmağı kenarında, “gözleri fıldır fıldır dönen” rakun kılığına girmiş tuhaf bir yaratıkla karşılaştıktan sonra uzaylılar tarafından kaçırıldığına iddia ediyor. Uzaylılara inanması yetmiyor gibi astrolojiye, burçlara da inanıyor. AIDS’e HIV virüsünün sebep olduğunu da kabul etmiyor. Bilimsel olarak, sağlam kanıtlarla belirlenmiş gerçekleri inkâr ediyor.

Türkiye'de de bir bilim insanından söz etmişlerdi. Öğretim üyesi olan ve uluslararası alanda büyük itibar sahibi olan bu bilim insanı da fala inanıyormuş. Bilimsel çalışmalara başlamadan önce falcısına danışırmış.

Demek istediğim şu: Çok iyi eğitim almış, çok zeki bir insan kendisinden umulmayacak bir şekilde gerçek dışı şeylere inanabiliyor ve kendi düşüncelerini mutlak doğru olarak kabul edebiliyor.

Sosyal medya ve farklı internet kanalları dayanaksız, ispatsız fikirlere sahip insanlarla dolu. Bunlar aslı astarı olmayan şeyleri gerçek kabul edip paylaşıyorlar. Bu insanların çoğu da iyi eğitim almış olanlar. Bunların içinde kendi bilim dallarında çok iyi şöhrete sahip bilim adamları da az değil.

Nasıl oluyor da zeki ve iyi eğitimli insanlar mesnetsiz, ispatsız şeylere kolayca inanıyorlar? Bu sorunun cevabı ne olabilir?

Bu soruların cevabını düşünürken aklıma Ömer Seyfettin’in “ilim başka, irfan başka; âlim başka, arif başka”  sözü ve bununla ilgili hikâyesi geldi.

Sokrates,  savunmasında bu konuya değinmiş:

Sokrates'in arkadaşlarından Khairephon, Delfi'ye gider ve dünyada Sokrates'ten daha bilge biri olup olmadığını sorar. Aldığı cevap ise olmadığıdır. Bu kehaneti kabullenemeyen Sokrates kendinden daha bilge olabileceğini düşündüğü devlet adamları, ozanlar ve zanaatkârlar ile konuşmak ve kehaneti çürütmek için yollara koyulur. Sokrates, bilge olduğunu sandığı ya da kendini bilge sanan bu insanların aslında bilge olmadıklarını anlar ve şöyle der:  “Bana aslında en kifayetsizleri gibi görünen, hakir görülen diğerleri, iş sağduyuya geldiğinde daha donanımlı göründüler.”

Descartes, “Metod Üzerine Konuşma” adlı eserinde anlatmış olduğu “yöntem” ve “bilgi” anlayışı ile modern ve sağlıklı düşünmenin yollarını açmış. Ne yazık ki çok zeki insanlar Descartes’ın geliştirdiği yöntemlere rağmen gerçeği bulmada ve olayları değerlendirmede yanlışlıklara düşüyorlar.

 Descartes, “Davranışlarımı açıkça görebilmek ve şu yaşımda güvenle yürümek için doğruyu yanlıştan ayırt etmeyi öğrenmeye karşı pek büyük bir istek duyuyorum.” Diyor ve bu isteği gerçekleştirmek için kurallar ortaya koyuyor. Onun önemli bir kuralı şu: “Doğru olduğuna açıkça aklı yatmadıkça hiçbir şeyi doğru kabul etmemek.” Doğru olmayan bir şeyi insan kabul edebilir mi? Descartes’e göre evet, eğer aceleden ve önyargıdan kaçınamazsa edebilir.

Zeki ve iyi eğitim görmüş insanların bir kısmı kendilerini çok beğendiği için acele eder. Onlar zaten her şeyi bildiklerini kabul ettikleri için konunun üzerinde düşünmeye veya araştırıp öğrenmeye gerek duymazlar. Bunlar eski bilgilerinin ve kendini beğenmişliklerin esiri durumundadırlar. Daha önce öğrendiklerini mutlak doğru kabul ederler ve bu bilgilerinin aksine bir görüşü asla kabul edemezler. Kabul ettiklerinde kendilerini alçalmış ve bilgisiz hissederler. Mevcut bilgileri onlara iyilik değil, kötülük eder; kendilerini yenileyemezler.

Sıradan insanların çoğu ise aklına yatmayınca söylenenleri kabul etmez. Çünkü Ömer Seyfettin’in dediği gibi,  “ilim başka irfan başka, âlim başka arif başka.”

Attilâ İlhan da bir söyleşisinde şöyle demiş: "Türkiye'nin toplumsal dinamiğinin çok hareketli, çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Avrupa'nın en dinamik ülkesi. Bu dinamizmi büyük ölçüde halkta görüyorum. Aydınlar bitti. Aydın diye bir şey yok Türkiye'de. Halk aydınların önündedir.”

Bana kalırsa, zeki ve eğitimli insanlar, bilgililer ama sağlıklı düşünmede sıkıntıları var.  Kendi bilim alanları dışında gerçeğe ulaşmak için bilimsel yöntemlere başvurmuyorlar. Nasrettin Hocanın komşusu gibi işine gelen yalanlara çabuk kanıyorlar.  Kendilerini o kadar çok beğeniyorlar ki fikirlerini sorgulamak akıllarına gelmiyor.  Kendilerini dolayısıyla fikirlerini denetleyemiyorlar, mesnetsiz bilgilerin esiri oluyorlar.

Zeki insanların büyük kısmında entelektüel tevazu yok, açık fikirli düşünemiyorlar, sunulan bir fikrin doğruluğunu araştırmıyorlar, duygularının esiri oluyorlar, kanıt aramadan kabulleniyorlar.

Bu insanlar düşündüklerini sanır; aslında yaptıkları, sadece önyargılarını yeniden düzenlemektir.

Sağlıklı düşünce için bilim adamı olmak yetmez, “kanıta dayalı bilge” olmak gerekir. 

14 Kasım 2025 Cuma

ÇAĞDAŞ TOPLUM ÇAĞDAŞ İNSAN

Bazı toplumlar ve ülkeler için kullanılan “çağdaş” sözcüğünün taşıdığı anlam etrafında yoğun tartışmalar olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Özellikle geçmiş kuşaklar “çağdaşlaşma” sözcüğünü teknolojik ve ekonomik olarak ileri olan ülkelerin kültürel değerlerinin benimsenmesi şeklinde yorumlamışlardır.  Bu nedenle bazen Fransızlara benzemeği bazen de Amerikalılara benzemeği, onlar gibi davranmayı, onların müziğini dinlemeği, onlar gibi giyinmeği çağdaşlığın ölçütü kabul etmişlerdir.

Bize göre, “çağdaş toplum” bilginin üretilmesine katkıda bulunabilen ve kendi kurumlarını çağın bilgilerinden yararlanarak yeniden düzenleyebilen ve bilgiyi teknolojiye, teknolojiyi verimliliğe,  verimliliği de refaha ve güce dönüştürebilen milletlerin hak ettiği bir sıfattır.

Çağdaş toplumlar ancak milli devletler içinde var olabilir.  Çağdaş insanlar,  bu devletin özgür ve insan haklarına sahip fertleridir. Egemenlik milletindir ve millet asla otoritesini paylaşmaz. Devlet ise tam bağımsızdır.

BATILILAŞMA MI ÇAĞDAŞLAŞMA MI

Bizde Batı hayranlığı 18. Yüzyıl sonlarında başlar. Osmanlı ordularının savaş meydanlarında yenik çıkması, zamanın yöneticilerinde ‘Batı hayranlığı’ başlatır. Düşman da Batı’dır, imdat beklenen yer de Batı’dır, talimat alınan makam da Batı’dadır.

Tanzimat paşaları Batı kültürünü benimseyip,  yaşam tarzlarını bu kültüre göre düzenlerlerse bu kötü gidişe son vereceklerini sandılar. Çareyi Batılılaşmada buldular. Bu batılılaşma hevesi onları birer Batı hayranı yaptı.

Tanzimat döneminde önemli görevler üstlenmiş Sadrazam Fuat Paşa’nın yazdığı vasiyetnamedeki ifadeler bu hayranlığını güzel anlatıyor:

“…mahvolma felâketinden kurtulabilmekliğimiz, İngiltere kadar paraya, Fransa kadar bilgi aydınlığına, Rusya kadar askere sahip olmaklığımıza bağlıdır. Yabancı müttefiklerimiz içinde en önemlisi, İngiltere’dir., (…) bendenizce, Bâbıâli’yi İngiltere’nin dostluğundan mahrum görmektense, birkaç vilayetimizi elden çıkmış görmek daha iyidir.”

Şunu da iyi bilmek gerekir: Emperyalizm, bir ülkede etkili olmaya başlayınca, ilk planda o ülkeyi az gelişmişlik düzeyinde tutmaya çalışır; gelişmişliği ise kendi kültürünü ve yaşama biçimini benimsetmek olarak kabul ettirir. Tanzimat döneminde de, 1940’lı yıllardan sonra da yapılan budur.

Memleketin hammaddeleri ucuza kapatılsın, halk sömürülsün, fabrikaları elinden çıksın, yabancı sermaye ekonomiye egemen olsun; bunlar önemli değil, halk sömürgeci ülkenin kültürünü benimsedi mi ilerleme başlamıştır, halk çağdaşlaşmıştır.

Aydınlarımızın büyük çoğunluğu, Tanzimat’tan bu yana maalesef emperyalizmin bu oyununa gelmektedir.

ATATÜRK VE ÇAĞDAŞLAŞMA

Atatürk Tanzimat ve sonrası dönemi çok sert bir şekilde eleştirmiştir.

Türk milletinin çağdaş olabilmesini devlete kayıtsız şartsız egemen olmasına bağlamıştır. “Yeni Türkiye Hükümetinin öz cevheri millî hâkimiyettir. Milletin kayıtsız ve şartsız hâkimiyetidir.  Egemenlik, hiçbir mâna, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve işarette ortaklık kabul etmez” demiştir. 

Atatürk'e göre çağdaş toplum, durağan olamaz. Toplum, dünya şartları değiştikçe kendisini sürekli yenilemelidir.

Ona göre, toplum kendisini yenileyerek  tekamül edebilir ve çağdaş kalabilir: «…millet zikrettiğim tahavvül ve inkılâpların tabii ve zaruri bir hakikat olarak, umumi idarenin ve bütün kanunların, ancak dünya ihtiyaçlarından ilham almasını; ve ihtiyaçların gelişme ve değişmeleriyle aralıksız gelişip değişmesini kabul eden, ‘dünyevi bir idare’ anlayışını ‘hayati’ saymıştır.”

Değişimin gayesini de net bir şekilde anlatmıştır: ” …tekâmülün gayesi insanları birbirine benzetmektir. İnsanlar arasında sınıf, derece, ahlak, elbise, dil, ölçü farkı gitgide azalmaktadır. Birliğe yürüyüş sulha doğru da yürüyüş demektir”.

Demek ki çağdaş toplum, bu toplum içindeki insanlar arasındaki farkların azaldığı,  birliğin her alanda gerçekleştiği toplumdur.  

Çağdaş toplum kendisini bilimin ışığında kendini yenilerse çağdaş kalabilir. Bilim her konuda rehber edinilmelidir. 

“Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğimi iddia etmek aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur.”

“Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra benimsemek isteyenler; bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.”

Atatürk çağdaşlaşmayı Batı kültürünü benimseme olarak kabul etmedi ve milli kültürü yaşatmaya ve yüceltmeye gayret etti,

ATATÜRK SONRASI

Atatürk’ün vefatıyla birlikte Batı hayranlığı tekrar etkili olmaya başladı. Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışı Batıcılığa dönüştü, toplumda Batı hayranlığı giderek artmaya başladı, tıpkı Tanzimat dönemi gibi..

İnönü’nün en yakınlarından olan Nurullah Ataç’ın şu sözleri o dönemin batıya olan hayranlığını çok güzel anlatıyor: “Bizim devrim dediğimiz hareketin amacı, bu ilkeyi Batı ülkelerine benzetmektir. Biz görüyoruz eksiğimizi, Yunanca öğrenemedik, Latince öğrenemedik, Avrupalıların eğitiminden geçemedik, onun için ne denli uğraşsak Avrupalılar gibi olamıyoruz, buna üzülüyoruz.”

İnönü’nün bakanlarından Nihat Erim, “Küçük Amerika olacağız” dedi ve iktidarın hedefini açıkladı.

DP iktidarı sırasında, Celal Bayar da “Küçük Amerika olacağız” diyerek Aynı hedefi benimsediklerini açıkladı.

1940’lı yıllardan itibaren “Tanzimat aydını” diye isimlendirilen aydın tipi hızla çoğaldı. Osmanlı gerilemeye başlayınca çareyi batılı ülkelerin hayat tarzını kopyalamada bulmuştu. Ortaya “Tanzimat aydını” tipi çıkmıştı. Bu tip aydınlar, ilericiliği, geniş halk kitlelerinin gelişmesini ve refahını artıracak alt yapısal değişimler istemek yerine, batılı ülkelerin yaşam biçimlerini olduğu gibi kabullenip uygulamak olarak gördü ve görmeye de devam ediyor.  Bu çağdaşlaşma  anlayışı Batı kültürünü milli kültürden üstün görme yanlışlığını taşıyor.

Bu Batı hayranlığı sonucu olarak, 1940'lı yıllarda Atlantik sistemine bağlandık. Atlantik sisteminin askeri örgütü olan NATO'ya girmek için 456 şehit verdik.  Yetmedi, 62 yıldır Avrupa Birliği’nin kapısının önünde bekliyoruz…

KÜLTÜREL ÜSTÜNLÜK

Milletler arası mücadelelerde “kültürel üstünlük” büyük önem taşır. “Kültürel üstünlük” kavramını ilk ortaya atan İngilizlerdir. İngiltere bu kavramı çok etkili bir şekilde kullandı. Sömürdüğü ülkelerde İngilizceyi ana dili haline getirmeye çalıştı. Bunun için de eğitim dilinin İngilizce olmasını sağladı. Böylece bu ülkelerde İngiltere’ye karşı bir hayranlık uyandırdı. Ülkeleri sömürmeyi kolaylaştırdı.

Mandela’nın şu sözleri çok önemli: “Ben bir İngiliz okulunda eğitim ve öğretim gördüm. Şöyle bir düşünceye kapıldım: İyi olan her şeyin anavatanı İngiltere’dir.”

Günümüzde de dünya egemenliği peşinde olan Amerika emperyalist emellerini gerçekleştirmek için başta İngilizce olmak üzere kendi kültürünü tüm dünyaya yaymaya çalışıyor. Bunda da çok başarılı oluyor. Kültürel üstünlüğü siyasi ve ekonomik üstünlüğün takip edeceğini biliyor.

Bizim Batıcı aydınlar da bu planın parçası oluyor.

Amerika’nın kültürel üstünlüğünü kabul etmiş gibiyiz; bu da bizi sömürüye açık hale getiriyor. Batı hayranlığı içine giren aydınlarımız, Attilâ İlhan’ının deyimiyle “Batı’nın manevi” ajanı haline geliyor.

Keşke ben Atatürkçüyüm diyenler onun şu sözünü dikkate alsalar:

“Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim.  Bilelim ki millî benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avıdır”. 

“Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur”

ÇAĞDAŞ İNSAN

Çağdaş toplum nasıl olunur anlatmaya çalıştım. Biraz da çağdaş insan nasıl olmalıdır sorusuna cevap vermeye çalışayım:

Çağdaş insan:

Bilimin ışığı altında ve halkçı anlayış içerisinde toplumun yeniden şekillenmesi için mücadele eder;

Ülkesinin bağımsız, insanların özgür olması için çaba gösterir;

Yabancı güçlerin her türlü müdahalesine karşıdır;

Millet egemenliği için demokrasinin derinleşmesini ister.

Savunduğu ‘ekonomik büyüme ve kalkınma modeli’ mutlaka sosyal amaçlar içerir;

Sınıflar arası farkın yok olmasını hedefler;

Emperyalizme ve halkların sömürülmesine karşıdır.

Renk, din, dil, etnik köken farkı gözetmeden tüm insanları eşit haklara sahip olduğuna inanır;

Servet, gelir ve fırsat eşitsizliğinin ortadan kalkması için çalışır. İstihdamın ve çalışanların gelirinin artması için uğraşır.

Herkesin yararına ve herkese eşit şekilde sunulacak kamu hizmetini arzular;

Devletin, eğitim ve sağlık gibi hizmetleri toplumun her ferdine eşitlikçi anlayış içerisinde sunmasını ister ve bunun için çaba gösterir.

‘Herkes için adalet’ kavramını düstur edinir.

SON SÖZ

Batı kültürünü benimsemek, hayatını bu kültüre göre düzenlemek, batılıların dinlediği müziği dinlemek, onların ahlak anlayışını kabullenmek, giyim kuşamını onlarınkine uydurmak, kendi öz lisanını bırakıp yabancı dille konuşmaya çalışmak, Allah’ı inkâr etmek,  insanı çağdaş yapmaz.  

Batı hayranlığı içinde olanlar, sadece bizim ülkede değil, başka ülkelerde de Batı’nın çocuk, kadın, sivil, asker demeden yaptığı katliamları, anasız babasız kalan çocukları, evinden, yurdundan göç etmeye mecbur kalan insanları, sömürülüp aç bırakılan halkları görmüyorlar.

Batı’nın bu kötülüklerini görmeyen bu insanlar, mutluluk ve keyif içinde Hollywood filmlerini, Netflix dizilerini hayran hayran izliyorlar. İzledikçe hayranlıkları ve sevgileri bir kat daha artıyor.

Görmüyorlar çünkü meşhur sözdür “aşkın gözü kördür”…

 

10 Kasım 2025 Pazartesi

 

BATICI ATATÜRK VE GERÇEK ATATÜRK

Büyük devrimci önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü saygı ve minnetle anıyorum. Bugün her zamandan daha fazla onun rehberliğine ihtiyacımız var. Onu rehber edinmemiz için gerçek Atatürk’ü Batıcı Atatürk’ten ayırt etmemiz gerekir.

Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim;  Atatürkçülüğün özünde batıcılık filan yoktur. Atatürk, Türk milletini çağdaş bir toplum haline dönüştürmek için, Batı ve onun yerli işbirlikçileri ile savaşmış ve mücadele etmiştir. Batı ile olan ekonomik ve siyasi ve askeri bağları koparmıştır. Tam bağımsızlıktan kasıt da budur zaten.

Atatürk, Batı’ya bağlı kalarak çağdaşlaşmanın mümkün olamayacağını anlamıştı ve gereğini yaptı. Tam bağımsızlığı ilke edinmiş ve bunun için bir büyük savaş vermiş birisi, elbette, ülkesine yabancı güçlerine etkin olmasını istemezdi. 

BATICI ATATÜRKÇÜLÜK

Batıcı Atatürkçülüğün 5 temel özelliği var ki bunların hiç birinin gerçek Atatürkçülük ile ilgisi yok. Teker teker açıklayalım:

1.       Siyasi, askeri ve ekonomik olarak Batı’ya bağımlılık.

2.       Mazlum milletlerden değil, emperyalizmden yana olmak;

3.       Batı hayranlığından kaynaklanan milli kültürü terk edip Batılı hayat tarzını benimseme;

4.       Din düşmanlığına dönüşmüş bir laiklik anlayışı;

5.       Mezhep, etnik köken, dil ayırımlarını ve aşiretçilik, cemaatleşme gibi milli dokuya zarar veren ortaçağ kalıntılarını hoş görme hatta destekleme.

Atatürk’ün yaptıkları ve söyledikleri ortada; bunlar dikkate alındığında gerçek Atatürkçülüğün asla Batıcı Atatürkçülük olmadığı kolaylıkla anlaşılır. Batıcı Atatürkçülük veya Attilâ İlhan’ın isimlendirdiği gibi ‘İnönü Atatürkçülüğü’ 1940’lı yıllardan sonra başlamıştır. 1980 darbesinden sonra da yaygınlaşmıştır.

Yukarıda sıraladığımız 5 madde ile ilgili olarak Atatürk’ün bazı ifadelerini hatırlayalım ve değerlendirmelerde bulunalım:

BATI’YA BAĞLILIK DEĞİL, TAM BAĞIMSIZLIK

Atatürk’ü batıcı diye nitelendirme sıklıkla yapılan büyük bir yanlışlık. Atatürk tamamen milli bir siyaset izlemiştir. Nedir bu milli siyaset derseniz, onun kendi sözleri ile cevap verelim:

“… milletimizin kuvvetli, mes’ut, müstekâr yaşaması için, devletin tamamiyle milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin iç teşkilatımıza tamamiyle uygun olması ve ona dayanması lazımdır. ‘Milli siyaset’ dediğim zaman, kastettiğim mana şudur: milli sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi kuvvetlerimize dayanarak varlığımızı koruyup, memleketin dahili saadetine ve imarına çalışmak.”

 

Atatürkçülüğün en önemli özelliği ‘Tam Bağımsızlık’ ilkesini tavizsiz korumaktır. Tam Bağımsızlığın tarifini de Atatürk’ün ağzından verelim: "Siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bunların herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğunu ifade eder."

İfade açık; Siyaseten başka devletlere tabi olursanız, iktisadi sisteminizi Avrupa ve Amerika’nın arzularına göre düzenlerseniz, savunmanızı NATO’ya emanet ederseniz, kültürünüzü de Hollywood’un etkisine bırakırsanız tam bağımsız olamazsınız.

EMPERYALİZMDEN DEĞİL MAZLUMDAN YANA OLMAK GEREK

Atatürk’ün ömrü emperyalizmle savaşarak ve mücadele ederek geçmiştir. Batı’nın emperyalist olduğunu ve Türkiye düşmanı olduğunu o bizlere öğretmiştir.

Mücadelesi tüm mazlum milletler içindi. Kendi ifadesi ile anlatalım:

“…biz, Batılı emperyalistlerine karşı yalnız ve kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz; aynı zamanda Batılı emperyalistlerin, güçleri ve bilinen vasıtalarıyla Türk milletini emperyalizme vasıta olarak kullanmak isteyenlere de engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz….”

“Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir...”

“...Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklâl ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır.”

MİLLİ KÜLTÜR MİLLİ TERBİYE ESASTIR

Batı kültürünü, Amerikalılar gibi yaşamayı Atatürkçülük olarak görenler var; çok yanlış. Bunlar Tanzimat Alafrangacılarının devamı gibidir. Batı tarzı yaşama özendikleri için milli olan her şeyden uzaklaşırlar. Oysa Atatürk milli kültüre ve terbiyeye çok önem verirdi. Okuyalım bakalım:

"Türk Milletinin idaresinde ve korumasında millî birlik, millî duygu, millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir"

"Dünyanın bize hürmet etmesini istiyorsak, evvelâ biz, kendi benliğimize hürmet edelim. Benliğimize ve milletimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün ef'al (eylemler) ve hareketimizle gösterelim. Bilelim ki, millî benliğini bulamayan milletler, başka milletlerin şikârıdır (avıdır)."

"Efendiler yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hudutları ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye'nin istiklâline, kendi benliğine, millî ananelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumunu öğretmelidir.

“Bir millî terbiye programından bahsederken, eski devrin hurufatından (boş inançlarından) ve evsaf-ı fıtriyemizle (doğuştan sahip olduğumuz özelliklerle) hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür kastediyorum. Çünkü deha-yı milliyemizin inkişaf-ı tamı ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir.”

LAİKLİK DİNSİZLİK DEĞİLDİR

Bazı rozet, poster Atatürkçüleri milletimizin mukaddes değerlerine saldırmayı laiklik olarak görüyor. Din adamlarından nefret ediyor ve Türkye’nin başına gelen her türlü felaketin sorumlusu olarak din eğitimini ve imamları görüyor.

Onlara göre laiklik ve dinsizlik eş anlamlı. Oysa Atatürk hiç de öyle düşünmüyordu. Laikliği önemli bir ilke olarak kabul etmişti ama din ve vicdan özgürlüğüne de çok önem veriyordu. Okuyalım gene:

“Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sade din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.

Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.”

ORTAÇAĞ KALINTILARINA SAHİP ÇIKILAMAZ

Atatürk sadece bir devlet kurmadı, yeni bir toplum inşa etti. Bu yeni toplumdan mezhep, etnik köken ve aşiretçilik, cemaatleşme gibi milli dokuya zarar veren Ortaçağ kalıntılarını temizlemeye çalıştı. Millet Egemenliği için bu temizlik şarttı. “Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz” ifadesi rasgele söylenen bir söz değildir. Halk egemenliğinin en önemli şartlarından birisidir.

Hal böyle iken, Batıcı Atatürkçüler etnik kimlik ve mezhep farklılıkları üzerinden siyaset yapmaya devam ediyor. Hatta etnik farklılığı ileri sürerek ülkeyi bölmeye çalışan Amerikancı terör örgütüne destek oluyor. Onlara Atatürk’ün şu sözünü hatırlatmak lazım:

“Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler (isimlendirmeler); birkaç düşman aleti, mürteci beyinsizden maada hiçbir millet ferdi üzerinden teellümden (üzüntü) başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.”

Unutmayalım; Atatürkçü olmak ancak gerçek Atatürk’ü tanımakla mümkündür.


29 Ekim 2025 Çarşamba

 

CUMHURİYET’İ KORUMA VE KOLLAMA

Bir büyük isyan, bir büyük savaş, nihayetinde bir büyük devrim ve Türkiye Cumhuriyeti.

Bu büyük devrimi gerçekleştiren yüce Türk milletinin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı kutluyorum ve bu bayramı bize hediye ve emanet eden, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, tüm gazi ve şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyorum.

Müdafaa-i Hukuk, İstiklâl-i Tam, Hâkimiyet-i Milliye ve Misak-ı Milli; bu dört husus Türkiye Cumhuriyeti’nin özüdür, esasıdır.

Müdafaa-i Hukuk yani Türk milletinin haklarının savunulması!

Müdafa-i Hukuk, vatan bütünlüğünün savunulmasını, Türk milletinin egemenliğinin ve tam bağımsızlığının savunulmasını, toprağın altındaki ve üstündeki tüm değerlerin, doğal kaynakların vb.. savunulmasını kapsar.

İyi de, o dönemde haklar kime karşı savunuldu? Düvel-i Muazzama’ya karşı! Düvel-i Muazzama nedir derseniz sıralayalım: İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika yani Batı, yani Atlantik sistemi!

Atatürk, milli mücadeleyi Düvel-i Muazzama’ya (Batı sistemi) karşı yürütmüş, milli ekonominin temellerini atmış, ölünceye kadar da Batı sistemi ile yakın ilişki kurmaktan kaçınmıştır.

O günlerde, bir yabancı gazeteye söyledikleri önemli: “…Avrupa ve Türkiye birbirine karşı durumdadır. Bizi aşağı olmaya mahkûm bir halk olarak tanımakla yetinmemiş olan Batı, yıkılmamızı çabuklaştırmak için ne yapmak lazımsa yapmıştır.”

Bir başka demecinde ise şöyle demiş: “…eğer ecnebi düşmanlığından, o kadar pahalı elde bir bağımsızlığa gölge düşürebilecek her şeyden nefret etmek anlamı çıkarılırsa; bizim ecnebi düşmanı olduğumuz söylenebilir. (…) Henüz güvenimiz yerinde değildir, evvelce Türkiye’deki ecnebi teşebbüslerinin, ecnebi amaçlarının içimizde uyandırdığı kaygılar, bütünüyle ortadan kalkmamıştır.”

“Yıkılmamızı çabuklaştırmak için ne yapmak lazımsa yapmış Batı”, bugün de farklı bir şey yapmıyor.

Vatanın bütünlüğüne kasteden Batı, Mavi Vatanımıza saldıran Batı, yer altı ve yer üstü değerlerimize el koymak isteyen Batı, milli birliğimizi parçalamak isteyen Batı ama hâlâ bu gerçeği görmeyen, Batı’nın projelerine piyon olan, sözde Atatürkçüler, milliyetçiler ve dindar geçinen insanlar var.

Bu Batıcı insanların çabaları beyhudedir. Atlantik sistemi içinde kalarak, Cumhuriyet korumanın ve kollamanın imkânsız olduğu anlaşılmıştır. Türkiye, yeniden Mustafa Kemal’in devrimci rotasına girmiştir ve Atlantik sitemine kendisini bağlayan zincirleri kırıp, Avrasya’daki onurlu yerini almaktadır.

27 Ekim 2025 Pazartesi

 

CUMHURİYET’İ KORUMAK

Bu vatanda özgür ve bağımsız yaşayabilmek ancak Cumhuriyete sahip çıkmakla, onu korumakla mümkün olur. Bu nedenle Cumhuriyet sevdalısı olup da Cumhuriyeti korumak isteyenlere seslenmek istiyorum:

Sadece Atatürk fotoğrafları, sözüm ona Cumhuriyeti öven boş lafları, videoları paylaşarak Cumhuriyet’i koruyamazsınız. 

Türkiye’yi işgal etmek için FETO’yu ve her türlü bölücü örgütü üzerimize salan, NATO’ya bağlı kalarak Cumhuriyet’i koruyamazsınız. 

Amerika’nın kurduğu, örgütlediği, beslediği PKK, DEAŞ, DHKPC, FETÖ ve diğer Amerikancı hainlerle mücadele etmezseniz Cumhuriyet’i koruyamazsınız. 

Yıllardır Türkiye’yi sömüren, onu parçalamaya çalışan Batı ittifakı içinde kalarak Cumhuriyet’i koruyamazsınız.

AB’nin kapısında bekleyerek, ondan yardım dilenerek Cumhuriyeti koruyamazsınız.

“Eşit vatandaşlık” perdesi arkasına gizlenerek Türkiye’yi federasyonlara, bölünmelere götürmek isteyenlerle birlikte olup Cumhuriyet’i koruyamazsınız.

Atatürk’ün “Ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.” Sözünü dikkate almazsanız Cumhuriyeti koruyamazsınız.

Ülkeyi tam bağımsız kılamıyorsanız Cumhuriyet’i koruyamazsınız.

Millet egemenliğine sahip çıkmazsanız Cumhuriyet’i koruyamazsınız.

Vatan bütünlüğü için mücadele etmezseniz Cumhuriyet’i koruyamazsınız. 

Amerika’nın başını çektiği emperyalist güçlerin gizli açık saldırıları devam ederken, bu güçlere yalvararak, sistemler ederek ve onları dost ve müttefik kabul ederek, Cumhuriyet’i koruyamazsınız.

24 Eylül 2025 Çarşamba

 

ESAS SUÇLU BU VAHŞİ KAPİTALİST SİSTEMDİR

Gazze’de insanlık tarihinin en büyük felaketlerinden birisi yaşanıyor. Bir toplum roketlerle, füzelerle, toplarla, kurşunlarla, aç ve ilaçsız bırakılarak yok ediliyor. Bugüne kadar 70 binden fazla insanın hayatına son verildi. Bunların yarısından çoğu kadın ve çocuklardı. Enkaz altında bu rakamdan çok daha büyük insan cansın şekilde yatıyor.

Bütün bunlardan sürekli olarak Netanyahu sorumlu tutuluyor. Doğrudur Netanyahu bir katildir ama kiralık katildir. Ona bu katliamları yapması emri büyük bir güç tarafından verilmiştir. Esas katil bu güçtür. Bu gücün yaptığı ilk katliam da bu değildir. Bugüne kadar, Vietnam, Dominik Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Laos, Kamboçya, Lübnan, Afganistan, Endonezya, Nikaragua, Panama, Grenada, El Salvador, Şili, Libya, Lübnan, Libya, Irak, Suriye ve Somali’de ve şimdide Filistin’de milyonlarca insanın ölüm emrini bu güç verdi.ES

GÜCÜN KAYNAĞI: KAPİTALİZM

Kapitalist dünyanın büyük sorunlarından birisidir eşitsizlik. Servet, gelir ve fırsat eşitsizliği en gelişmiş ülkelerde bile sosyal dokunun ciddi hastalıkları haline geldi. Marx’ın yıllar önce dediği gibi sermaye belirli ellerde toplandı.  Para hem ekonomik hem de siyasi güç olarak rakipsizleşti.

Bu güç, ülkelere, topraklara, toprak altı zenginliklere, dağlara, ırmaklara, hatta soluduğumuz havaya, seyrettiğimiz uzaya egemen olmak istiyor.

Bu güçlü sermaye Amerika'ya ait değildir, Amerika bu sermayeye aittir. Amerika ve İsrail bu kanlı paranın kullandığı iki büyük örgüttür. Amerikan ordusu, medyası bunların gücünü devam ettirmeye yarar. Dünyanın dört bir tarafına dağılmış üsler, tesisler, uçaklar gemiler, füzeler bu sermayenin hizmetindedir. NATO’da bu gücün emrindedir.

Kapitalist sistemin koruyucusu Amerika’nın farklı ülkelerde kurulmuş 400 civarında askeri üssü vardır. Bu üslerde en az 500.000 askeri personel görev yapar. 8 000 stratejik, 22 000 taktik nükleer silah kapasitesi olduğu söylenir. Çok büyük bir donanmaya sahiptir. Binlerce uçağı, füzesi, tankı, topu vardır.

Batı Asya’nın (Orta Doğu) ve Doğu Akdeniz’in zengin enerji kaynaklarına el koymak için milyonlarca insanı öldüren, evinden yurdundan süren, kadınların ırzına geçen hep bu kirli paranın sahipleridir.

Bu parayı emperyalizmin askerleri kana bulamıştır; doların rengi yeşil değil kırmızıdır.

Bunlar sadece topla, füzeyle savaşmazlar. Mazlumların üzerine ekonomik yöntemlerle, psikolojik yöntemlerle giderler. Ambargo koyarlar, insanları aç bırakırlar, ilaçsız bırakırlar.

İnsanların beyinlerine de egemen olmak isterler. Onları bu vahşi sistemin kuklaları haline getirirler. Bunun için yumuşak güç kullanırlar. Televizyonlar, filmler, diziler, sinema ve diğer sanat dalları, gazeteler, sosyal medya ortamları, eğitim ve kültür programları bu yumuşak gücün araçlarıdır. Bu araçları kullanarak, kendi amaçlarını Amerika halkının ve diğer ülke halklarının amacı haline getirirler. Onları robot haline dönüştürür ve istedikleri gibi kullanırlar.

CIA’nın çıkardığı gazeteler var, fonladığı gazeteciler var, yönettiği televizyonlar var, çevirdiği filmler, diziler var, yayımladığı kitaplar var, beslediği sosyal medya trolleri var, liderlik okullarında eğittiği politikacılar var. Bunlar aracıyla, toplumları yönlendirirler, kışkırtırlar. Egemenlik meraklısı büyük sermayenin çıkarı neyi gerektiriyorsa toplumun o şekilde düşünmesini sağlarlar.

Bu yumuşak güç unsurlarının en etkili olduğu ülkelerin başında Türkiye gelir. Bu nedenle Türk halkı Gazze’deki bu toplu katliamlara Bazı Avrupa ve Güney Amerika ülke halkları kadar tepki vermedi. “Araplar bizi arkadan vurdu” lafını boşuna yaymadılar…

SİLAHSIZ OLMAZ

Gazze’deki bu insanlık dışı canavarlar ancak silahla durdurulur. Kolombiya devlet başkanı Gustavo Petro’nun önerisi gerçekçidir. Gustavo Petro, BM Genel Kurulu'nda Gazze'de yaşanan soykırımı kabul etmeyen ülkelerin bir "barış gücü" oluşturması gerektiğini söyledi ve "Eğitimsiz Mavi Bereliler yerine, soykırımı kabul etmeyen ülkelerden oluşan güçlü bir orduya ihtiyacımız var" dedi.

Bu ordu hemen kurulmalıdır. Filistin devletinin tanınmasının katliamları durdurmada hiçbir etkisi olamaz. Silaha ancak silahla karşı konulur.

Bu katliam ne ilk ne de son olacak. Bu kanlı tablo kapitalizmin ve onun doğurduğu emperyalizmin eseridir. Bu vahşi kapitalist sistem devam ettiği sürece, paranın ekonomik ve siyasi gücü de devam edecektir. Bu gücü koruyarak bu güce gem vurulamaz. Öncelikle sermayenin belirli ellerde birikimine engel olmak gerekir.

Mücadele, bu vahşi sisteme karşı yapılmalıdır. Bu sistem devam ettikçe, bu Netanyahu gider başka bir Netanyahu gelir.